Dünya

Turan Erol’un veya dünyayı Milas’a bağlayan köprünün resmi

Halim Şafak

“yol bir köprü ile birbirine bağlı

unutulmuş geçmişine

yaşlı atlar derede dolaşıyor

ayakları huysuz ve yaşlı”

konuşma/ma, 1996

Zygmunt Bauman This Is Not a Diary’de “Yazmaktan başka rastgele bir yaşam biçimi öğrenemedim” diye açıklıyor. (1) Onu yazanların çoğunluğu için Zygmunt Bauman’ın söylediklerini söyleyebiliriz. Doğal yazıyı bir yaşam biçimi olarak ele aldığımızda, anlık doğası gereği (etkililiğine rağmen) yetersiz bir sözcük ve yaşam biçimi olarak sözcüğü, yani sözlü olanı tartışmanın dışında tutuyoruz. Sözün yazıyla, yazıyla kalıcı hale geldiğini söylemeliyiz herhalde.

Kaldı ki yazıyı, kelime karşısında gelişmiş bir medeniyet biçimi olarak ele aldığımızda, aynı kader yine kelimeyi beklemektedir. Yazmanın yalnız kalma ve kendi kendine konuşma olanağına sahip olmasının yanı sıra, bu yalnızlığın insanlar için tam bir özgürlük fırsatına dönüşmesi de yazma yaşam tarzını güçlendiren diğer ama ana olgudur.

Ancak bahsettiğimiz şeyin bugüne dair bir değerlendirme ve tartışma olduğunu iddia edecek durumda değiliz. En azından teknolojik temelli ama yeni yaşam formlarının insanın tek başına olma ihtimalini büyük ölçüde ortadan kaldırdığı gerçeğini geçtik ve Zygmunt Bauman’ın söyledikleri şimdiden tartışmalı hale geldi.

Eğer durum buysa baştan burada anlatacaklarımı gereksiz kılabilir ama başka bir anlatım yolu bulamadığım için tekrar yazıyorum. Bu noktada yazıyı ve diğer yaşam biçimlerini kendimizden ya da amacımızdan bahsetme biçimi olarak ele aldığımızda, bunların aynı zamanda birer dil olduğunu ve bu kadarını anladığımızı baştan kabul ediyoruz.

Yazının bir anlam ifade etmediği ya da yetersiz kaldığı durumlarda başka biçimler ve sıradan uygarlıklar ya da uygarlıkların yarattığı yaşam biçimleri devreye girer. İşte bunlardan biri olarak resim yapmayı da bu yaşam biçimlerinden biri olarak sayabiliriz.

Mehmet Ergüven’in “Resim -tıpkı dans ve müzik gibi- sözle ifade edilemeyenin başka bir malzemeyle ifade edilmesidir. Aktarılacak seste veya sözde umut kaybolmadıkça tuvale gitmenin bir anlamı yok. Buna göre her ressam, öncelikle bir dil olduğu için resmin dolayımına ihtiyaç duyar. Ancak dil, ancak söyleyecek sözü olanların iletişim kurma arzusuyla kıvrandığı noktada öne çıkar.” (2) Onun sözü kelamın konusu olan hayat tarzı tartışmasıyla da ilgilidir.

Söz yazıldığında iş çizime yani resim yapmaya gelmiştir. Çizimi bir yaşam biçimi olarak tanımlayanlar için bile kelimenin değişkenliğini göz önünde bulundurarak insanlık tarihinin başlangıcına götürebiliriz. İnsan, sözden sonra yaşama biçimi olarak yazmadan önce çizmeyi bulmuştur. Ancak bugün bir yaşam biçimi ve medeniyet olarak yapabileceğimiz tartışmayı bir kenara bırakırsam, yazı zamanla çizgiyi ve doğal fotoğrafı aşmıştır. Bu, John Zerzan’ın insanların yazmadan önce daha kültürlü oldukları iddiasını engellememesi için bunu hızlıca aktarıyorum. (3)

Bu durum, kazananın hep satır ortasında ve metinde değiştiği bir çarpışmanın sebebi olarak algılanmaya açıktır. En azından doğa ile medeniyet arasındaki ağır çatışmanın ve her seferinde doğayla karşı karşıya gelmesinin açıklamalarından biridir. Bu noktada doğa ile rastgele bir yol ve teknikle kurulan bağın gerçek anlamda ve doğa lehine bir bağ olup olmayacağı son derece tartışmalı bir durumdur. Sigmund Freud’un deyişiyle asıl görevi bizi doğaya karşı savunmak olan uygarlığın eseri olan canlıların aslında doğa ile ilişkili olup olmadığı, sonucu bilinmese de olası bir tartışma konusudur. koyabileceğimizi düşünüyorum.

Turan Erol ile ilgili bu anlamda bir değerlendirme yapacaksak yazmayı bir biçim olarak, en azından okuma denilen bir hareket olarak ele almalıyız. Çocukluğunda Milas’ta başlayan okuma yazma isteği, çocukluk döneminde okuma yazma tam olarak gerilemeden bir süre sonra yeniden resme dönüştü. Turan Erol’un Milas’ta geçen çocukluğunun ve sonrasında Milas’a olan ilgisinin bunda payı olduğunu baştan belirtmeliyiz.

Çocukluktaki bakma ve gözlemleme hareketi, bir süre sonra bakılanı ve gözlemleneni çizmeye dönüşmüştür. Burada bakmanın başında en azından insan figürü durmak üzeredir ama asıl olan bakılan doğadır. İlhan Berk’in “saf tabiat” dediği şey, tabiatın kendisi kadar, günümüzün aksine, tabiattaki insanların ve onların yaptıkları ve yaşadıkları yerlerin aynısıdır. (5) Kabul edelim ki, bugün böyle bir durumdan pek söz edemeyiz. Başlangıçta insanın doğa ile kurduğu bağın sonunda insan, kendi istekleri doğrultusunda ve acımasızca doğayı dönüştürüp egemen kılmaya gelmiştir.

Belki Zeynep Sayın’ın “Doğa kendini örtmeyen bir çıplaklıktır.” (6) Hatta bu çıplaklığın aynı zamanda insan gözü için bir uyarı olduğunu da unutmamak gerekir. Bunu atlamalı ve uyarılmanın müstehcenlik bile içerebileceğini düşünmeliyiz. Kendini gizlemeyen ya da örtmeyen bir çıplaklığın, çıplak olan ne olursa olsun insanları müstehcenliğe davet eden bir uyarana sahip olması, doğayı yeniden yansıtma, yani çizme isteğinin açıklamalarından biri olabilir. Fazla ileri gitmezsem, hakimiyet arzusunu öne çıkararak, yani tüm duygularının önüne getirerek, bu uyarımdan ve yaydığı sihirden kurtuluyor diyebilirim. Böylece insan, müstehcenliği doğaya hükmeden ve dönüştüren pornografiye dönüştürür. Bu noktada tahakküm arzusunun karşısına doğa odaklı fotoğrafçılık dahil her türlü sanatsal eylemi koyabiliriz. Hatta hepsini buna karşı bir direniş olarak değerlendirebiliriz.

İlhan Berk’in Turan Erol’un fotoğrafları için söyledikleri daha çok Antonin Artaud Van Gogh için şunları söylüyordu: “Van Gogh’a rastladım, çizgileri, şekilleri değil, durağan doğadaki şeyleri sanki şok halindeymiş gibi çiziyor.” diyor ve ekliyor “onlar da durgun”!(7)

En başa dönecek olursak, Turan Erol’un fotoğrafçılığını farklı kılan en önemli özelliği, kesintilerle de olsa doğduğu ve yaşamaya devam ettiği coğrafya ile fotoğraf aracılığıyla yeniden kurduğu bağdır. Resmin temelini oluşturan evrensel temaların yanına bir bakıma doğup büyüdüğü coğrafyayı da ekler, hatta evrensel olanın önüne koyar. Bu tıpkı ressamın doğa ile ilişkisi gibidir.

Bunu Milas ve çevresinin düzgün fotoğraflar sağlamasından çok, Turan Erol’un coğrafya ile kurduğu ilişki anlayışına borçluyuz. Coğrafyanın doğal, beşeri ve mekansal özelliklerinin fotoğraf üzerindeki etkisini anlayabiliriz. Milas, Bodrum ve çevresinin temelleri yerelde açıklanamayacak kadar enternasyonalist olduğu için söz konusu ilgi ve etkileşim tek başına değil.

Fotoğraf vermekten fotoğraf vermek dediğim şeyi alıp buraya getirdim. Anladım ki doğa ve mekanın bozulan uyumu, söz konusu tarihi ve günümüz coğrafyası, fotoğrafın konusu. Zarar görmüş demeyi bilinçli olarak seçtim. Hiçbir şey bugün olduğu gibi kalmadığı için zarar görmesi mümkündür. Burada sanat, zarar görmüş olanı geride tutarak, yeniden sanatsal bir şeyin imkânı haline gelir. Fotoğraf veya diğer sanatlar aslında bugünün dışında ve karşısında durabilir ve sanatçının üretimi ile sanat haline gelebilir.

Burada sormamız gereken sorunun spesifik olduğunu düşünüyorum. Evrensel temalar aracılığıyla yereli evrenselliğin modülüne ya da kendisine dönüştürebiliriz. Renkler bunun için en iyisidir. Turan Erol da Milas Bodrum’dan yola çıkarak dünya ve bunlara eklenen diğer dünyalar ile kozmik olanı yakalar, yakın durur, uzaklaşır. Fotoğrafını hem evrenselin hem de bizim modülümüz haline getiriyor.

Kuşkusuz burada Bedri Rahmi’nin etkisinden bahsetmek gerekir. En azından Turan Erol’un Bedri Rahmi’nin atölyesindeki çalışmasının en başından beri böyle bir etkiye yol açtığını söyleyebiliriz. Aslında Erol’un fotoğrafına bir Anadolu imajını davet ediyor ve orada tutuyor bilgilinin dışında demeliyiz. Turan Erol’un bazı fotoğraflarının Yaşar Kemal’in romanlarının kapakları olmasını ya da sanatçının bunları aynı etki ve durumla çizmesini açıklayabiliriz.

Bedri Rahmi daha çok folklor ve folklorla ilgileniyordu. Fotoğraflarını ve hatta şiirlerini büyük ölçüde folklorun belirlemesine izin verdi. Hatta bir süre sonra Bedri Rahmi’de folklor, dünyaya karşı bir devlet ve direniş anlamına da geliyordu.

Turan Erol ise Cumhuriyet’in yarattığı Anadolu imajının aksine yer yer Akdenizcilikle gelen bir Ege tavrının yaratıcısı oldu. Her zamanki gibi Ege hem yaşamsal hem de mekansal bir temelde. Gündelik hayat her ikisini de kuşatır ve resme o kadar girer. Kuşkusuz kırsallık onun fotoğrafında hem görüntü hem de unsur olarak yer alıyor ama aynı zamanda tazeliyor ve daha çok dinginlik veriyor.

Nuri İyem’in, Neşet Günal’ın, hatta Balaban’ın halkı muhtemelen hiç deniz görmemiştir. Şiddetli bir yoksulluk içinde yaşadılar. Bu yüzden sert ve gerginler. Bakanı tedirgin ediyorlar. Bedri Rahmi ise bu durumu folklordan başka bir şey yapar. Turan Erol, fotoğrafı ve o fotoğraftaki insan figürüyle onlardan biri.

Bedri Rahmi bu anlamda çok renklidir. Nuri İyem ise daha çok esmer. Turan Erol veya fotoğrafında bir renk varsa mavidir. Ancak seksenlerden sonraki resmi için bu mavilikten söz edilmelidir.

Ferit Edgü, Turan Erol’un fotoğrafını üç bölümde değerlendiriyor. Bunlardan ilki 1960’ların Güneydoğu fotoğrafları, ikincisi 1970’lerin Ankara fotoğrafları ve üçüncüsü de 1980’lerin Ankara, Bodrum ve Milas fotoğraflarıdır.(8)

Söz konusu bölünme biraz da içinde yaşadığımız dünya ve Turan Erol’un çağlar boyunca dünyayı kavrayışıyla alakalı. 1960’ların güneydoğusundaki insan ve mekan temelli 1970’lerdeki Ankara fotoğrafları, bir bakıma o günün yoksulluğuna dayalı dünyayı yansıtır. Bu fotoğraflar yine dönemin gerçekleriyle yakından ilişkilidir.

Ancak Turan Erol, çizdiği fotoğraflardan ve içinde yaşadığı dünyadan yoksulluğun çıkarılmasından yana değildir. Bu aslında Turan Erol’un fotoğrafındaki dünya ve insan anlayışıyla ilgilidir. Ressamın “Türk Resminde İnsan ve Hayvan Figürleri” adlı bir çalışmasının olduğu düşünüldüğünde, fotoğrafındaki insan figürlerinin kişi üzerinde niyetler üretilmesine izin vermeyeceği söylenebilir.

Çünkü bazı portre çalışmaları dışında Turan Erol’un fotoğrafındaki kişinin resme karşı bir kararlılığı ya da karşılığı vardır. Hatta bu noktada Ferhat Özgür, Turan Erol’un fotoğrafındaki insan figürünü bir motif olarak kabul etmektedir.(9) Bu, Turan Erol’un resmine yönelik insan merkezli tartışmaları büyük ölçüde geçersiz kılabilir.

Ancak belirtmek gerekir ki, Turan Erol’un birden fazla fotoğrafında özellikle Kömür Dağıtım Yerleri ve Altındağ fotoğraflarında ön plana çıkarılan Anadolu imgesi, yoksulluğun ve gösterenlerinin dışarıda bırakılmasına izin vermemektedir. Buna bağlı olarak en azından bakanın arzu ettiği sosyalliği ve kritikliği üretmesini sağlar. Turan Erol istemese de fotoğrafları Cumhuriyet’in dayattığı Anadolu imajıyla çatışır. Üstelik Turan Erol’un yoksulluğun ortasında fotoğrafıyla kurmamaya özen gösterdiği ilişki de ayı imgesiyle bağlantılıdır. Biz böyle diyoruz ama Bodrum Milas fotoğraflarla biraz ara veriyor.

Ancak bu tartışmanın geride bıraktığı sadece doğadır. Turan Erol için fotoğraf sadece doğa ile bağ kurmanın bir yolu değil, aynı zamanda doğayı ve etkilerini yeniden deneyimlemenin bir yolu. Ferhat Özgür bu durumu “Turan Erol’a göre doğayı hayal gücünde tasarlamak, yaşamla özdeşleşmek demektir” şeklinde açıklıyor. (10) Bölücüyü dışlayan ya da bir o kadar da kabul edilebilir olan bu tavrın, doğanın ortasında eşitlik anlamına geldiğini ve en azından bunu gerektirdiğini iddia etmek güçtür. En azından insanın doğaya yaptıkları dikkate alındığında böyle bir eşitliğin söz konusu bile olamayacağını söyleyebiliriz.

Turan Erol’un fotoğrafına yansıyan doğa, insanın organize ettiği ya da insan sisteminin bir parçası haline geldiği doğadır demeliyiz. Çünkü sözün konusu olan tabiat ilkel değil, büyük ölçüde sistematiktir. Diğer bir deyişle kaotik doğasından kurtulmuş doğadır. William Blake’in fotoğraflarındaki kaos ve sergilediği şiddet Turan Erol’un fotoğraflarında yok. İlhan Berk’in saf tabiat tanımından örnek alıyorum. Muhtemelen kaotik olmayanı burada net bir şekilde açıklamalıyız. Ancak doğa, olduğu gibi uyarıcı ve etkileyicidir.

Bu da bizi Artaud’nun başlattığı ve İlhan Berk’in devam ettirdiği durağan doğa tartışmasına geri getiriyor. Turan Erol’un tabiat anlayışında tabiatta bulunan insan ve eşya tabiatta olduğu gibi teolojinin bir konusudur. Bu nedenle, çoğu siyasi olmak üzere pek çok şeyi ya toplar ya da tartışma dışı bırakır. Doğanın insan üzerindeki etkisini göstermekte güçlük çektiği görülür.

Turan Erol için resim doğadır ve dünyanın tam insan halleri bu çerçevede fotoğrafının konusunu oluşturur ve fotoğrafında mevcuttur. Hepsi son derece sistemli bir dünyada. Hele Ankara merkezli fotoğrafların göstermeye çalıştığı gerilim insanı geri tuttuğu için o düzene bir şey katmıyor. Ancak tüm bu söylediklerime rağmen en azından Kömür Dağıtım Bölgeleri fotoğrafları ile bu noktada bir miktar Milas ve doğu fotoğrafları konulmasından yanayım.

1980’lerde dünya değişmeye başladı. Ankara’nın ardından Bodrum ve Milas’tan yola çıkan fotoğraflar Turan Erol’un renklerini değiştirmekle kalmıyor, başka bir dünyayı da yansıtıyor. Ankara fotoğraflarını bir kenara koyacak olursak (renk olarak diğer fotoğraflardan ayrılmazlar), özellikle Bodrum ve Milas merkezli fotoğraflar artık başka bir dünya. Bodrum fotoğrafları, konutlar, gemiler, tersaneler ressamın aynı zamanda yaşadığı dünyanın yeni yansımalarıdır.

Milas fotoğraflarında da benzer bir şeyden söz edilebilir ama bu fotoğraflar aynı zamanda sanatçının geçmişini, yani çocukluğunu en başından barındırır. Köprü, köprünün kenarından Sodra’ya bakış ve diğer fotoğraflar insanı mutlu eden ve aynı zamanda o geçmişe çağıran eserler. Aslında geçmiş ve bugünün ortasında yaşanmış ya da yaşanmış mutlu bir zaman yaratmaktır. Bu ressamın gündelik hayattan çekilmesiyle geçmiş, asıl önemsediği şey haline geldi. Geçmiş bir bakıma bugünün izlerini bulmaya ve resme yansıtmaya hizmet etmiştir. Ressamın “etrafa bakmak” dediği şey, geçmişi şimdi üzerinden değerlendirmek ya da geçmişin algısıyla bugünü ve onun doğal doğasını konuşmak için bir tema görevi görmüştür.

Aynı dönemin ressamının yaşı ise en azından başlangıç ​​olarak anlaşılmaya çok uygundur. Bu, ressamı orijinal bağlamından koparmasa da, başka ama daha canlı renklerin ve yerlerin peşine düşmesi için yeterliydi. Geçmişin temaları bir yana bırakılmasa da hayata, yani mekanlara, insanlara ve onlardan önce de renklere yer açtı. Sonuç olarak azalan ve artan renkler ve yerler önce başka bir Anadolu görüntüsünün ortaya çıkmasına, sonra çizildikçe kalınlaşarak daha belirgin hale gelmesine neden olur.

Turan Erol bu noktadan sonra temalarını değiştirdi ama arka planlarındaki Anadolu’nun da hep orada olmasını ve kalmasını istedi. Ama burası artık başka bir Anadolu. Diyarbakır, Ankara fotoğraflarının aksine daha doğal. Mekanlar tarih üretmeye son derece yatkın ve uygundur. Milas ve Bodrum orada düzgün açılmış bir parantez.

Orada bir köprü var. Hayıtlı’yı Tabakhane’ye bağladığını düşünüyorsun. Balavca’nın üzerine gelmek için sadece bir köprü sanırsın. Ama artık tarih olduğunu ilan etmiş bir köprüdür. Yanından geçerken Turan Erol’un fırçası diyor. Bu, önce fotoğrafın, sonra şiirin ilgisini çeken bir köprüdür. Fotoğraf ne kadar eskiyse, şiir o kadar gençtir. O dönemde Milas’ı çağrıştıran ve köprüden etkilendiği ya da izleyicinin hep köprüye çağırdığı bir dizi fotoğraf oluşur. O köprünün yanından bakınca Milas diyoruz, burası Milas ve gerçek dünya görülüyor.

Bu anlamda Turan Erol’un çizimleri doğanın dünya olarak kabul edeceğimiz resmidir. Ben de Turan Erol’un fotoğrafının bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir dünyanın tuvaldeki yüzü olarak kabul edilmesinden yanayım.

Ankara, Diyarbakır, İstanbul, Milas, Bodrum ve doğal Paris, gezdiği Anadolu fotoğraflarında yansıtmak istediği doğayla ilgili olduğu ölçüde söz konusu oldu. Milas’taki köprüden Sodra Dağı’na, Bodrum’daki tersanelerden, Ankara Altındağ’daki gecekondulara ve kömür dağıtım bölgelerine kadar her yer sistematik ama dünya ve doğa. Enginar ve zeytin ağaçları da öyle.

Turan Erol’un bu konudaki ısrarını anlayabiliriz. Baktıkça açtığımız yaraları gördüğümüz, baktıkça daha çok yaralar açtığımız bir dünyada, Turan Erol’un net tavrı o yaralara yeniden bakmamıza neden olabilir. Herhalde o fotoğraflara baktığımızda sanat aracılığıyla direniş çağrısı yapan bir eylemi örgütleyebilir veya sanat aracılığıyla dönüştürebiliriz.

NOTLAR

1- Bu Günlük Değil, Zygmunt Bauman, Çeviri: Didem Kizen, Jaguar Kitap, Nisan, 2014, İstanbul
2- Davetsiz Seyirciler, Mehmet Ergüven, agora kütüphanesi, Mayıs 2007, İstanbul
3- John Zerzan, Gelecek Primitif, Çeviri: Cemal Atila, Kaos Yayınları, 2012, İstanbul
4- Yazan John Zerzan, Makinelerin Alacakaranlığı, Çeviri: Rahmi G. Öğdül, Kaos Yayınları, 2013, İstanbul
5- Turan Erol Katalog, Ada Yayınları, 1990, İstanbul
6- Zeynep Sayın, Görüntünün Pornografisi, Metis Yayınları, Mart 2003, İstanbul
7- Antonin Artaud, Van Gogh, Çeviri: Ahmet D. Soysal, Nisan Yayınları, Eylül 1991, İstanbul
8- görsel geziler, toplu sanat yazıları, Sel Yayıncılık, Kasım 2011, İstanbul
9- Ferhat Özgür, Turan Erol, YKY, 1999, İstanbul
10- Ferhat Özgür, age, s.99

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu